5 Eylül 2018 Çarşamba

ne kadar da güzel elleri vardı babamın.

çok çok güzel elleri vardı babamın

ikimiz yanyana masa başında oturup, bana ders çalıştırdığı yıllarda, havuz ve hız problemlerinin en ilgimi çeken yanıydı, bana ders anlatmak için onun çizim yaparken kalemi tutan elleri. elleriyle hayat verdiği kusursuz sayıları ve kusursuza yakın harfleri. hangi musluk hangi havuzu kaç saatte doldurur diye ne zaman anlatmaya başlasa, dalıp gittiğim yer hep parmaklarının ne kadar düzgün bir biçimde doğaya kazandırılmış olduğu düşüncesinde son bulurdu. bu yüzden hayatta hiçbir zaman matemetik sınavından iyi bir not alamadım ben. sorumlusu babamın elleriydi. sanat tam da orada, babamın ellerindeki kalemin kağıda 30 derecelik açıyla duruşunda başladı benim için. Geometrik anlamda yatay sayılsa da benim ruhum adına dimdik duruşunda! matematik kitaplarım yepyeni dururken bir köşede, resim çizmeye başladım bulduğum her yüzeye. büyük, küçük, genç, ihtiyar tüm erkeklerin, tüm kadınların ellerine bakmaya başladım sonra. sanki herkesin elleri o kadar kusursuz olsa, hayat daha güzel, gelecek daha az vahim, geçmiş daha çok huzurla dolu ve insanlar daha fazla güvenilir olacaktı benim için...



hayatta en büyük kayıbım, babamın ellerinin bir fotoğrafını çekememiş veya bir resmini çizememiş oluşumdu sanırım. işte tam da bu yüzden, zihin zamana yenik düşüp de unutmasın diye, her gece yattığımda gözlerimi kapatıp bana sanatı sevdiren o elleri düşünürüm tüm detaylarıyla. kalemi 30 derece açı ile tutuşunu. yaşlanıp güzelliğini yitirmeden omzumdan ayrılışının o ellerin, belki de evren için bir lütuf oluşunu düşünürüm. sonra... yaptığı her işi o ellerin, ne kadar düzgün ve ne kadar bu dünyanın eksikliğine aykırıymışcasına tam ve güzel yaptığını.....düşünürüm.



bu yüzden hayatta en büyük kayıbım, babamın ellerinin bir fotoğrafını çekememiş veya bir resmini çizememiş oluşumdur. ve unutmamak için hiçbir detayını, ebediyen düşünmeye bağımlı kalışımdır en büyük kazancım...
çünkü ben fotoğraf çekmeye henüz fotoğraf makinem yokken başladım.

28 Nisan 2018 Cumartesi

Kuzeybatı'dan Güneydoğu'ya...

Yolda olma hali,  aslında hiçbir yerde olmama hali.
dünyanın en güzel hali...
🛣️



Sınırda gezinirken ve zırt pırt gbt aramasına maruz kalmakta iken, vaktimi değerlendirmek amacıyla şöyle bir gözlem bildirimi de paylaşayım dedim. Sadece merak edenler okusun...


1 haftadır yollardayım...
Güneydoğu Anadolu'da şu ana kadar ne gördüm? Bolca çöp ve et-organ içerikli yemek türleri gördüm. Ülke güzelmiş neye yarar?  Turistik yerlerde bile her yer içi sidik dolu pet şişe, poşet ve doğanın yüzyıllarca yok edemeyeceği çeşitli atıklarla dolu.

Mesela Hasankeyf... Tamamı sular altında kalmadan önce son ziyaretçileri arasında olduğum, Dicle nehrine karşı bi kahve içmeyi istediğim, yüksek beklentili yerlerim arasındaydı. Manzara ki ne manzara,  pet şişe dolu nehir kenarına karşı kahve içme isteğinizi sonlandırıp "haydi yola devam" dedirten bir manzara.



Çok övülen Urfa çarşısı; son yıllarda içinden geçmeyi istemediğim Arap istilası altındaki Eminönü ve Tahtakale'yi aratacak cinsten.  Ha bilmem kaç bin km yolu pulbiber almak için gelirim derseniz buyrun gelin.

Harran'da hala her şey,  Bulutsuzluk Özlem'nin "Harran Ovası"  parçasında anlattığı gibi...



Bir diğer hayal kırıklığım Mardin oldu. Gerçi diğer illere göre sınırları içerisinde daha keyifle vakit geçirmiş olsam da,  yeni yapılan yüksek binalar,  aralara inşa edilmiş sevimsiz apartmanlar, Mardin'in tüm mistik atmosferini bozmuş. Her yer uydu anteni. Taş sokaklar arasında gezinirken karşınıza pat diye A101 ya da biçimsiz bir bina çıkınca uykudan aniden uyandırılmış gibi oluyorsunuz. En azından tarihi kısmını rahat bıraksalarmış keşke...


Arkanızı Mardin'e verip yüzünüzü ovaya döndüğünüzde gördüğünüz manzara büyüleyici.  İşte o görüntü herşeye değer; Mezopotamya Ovası... Sonsuzluğu izliyorsunuz.


Şahmeran figürünün hayranı olduğum için Mardin'de bolca Şahmeran görmek de bünyeme iyi geldi. Bir magnetin 20 tl.ye satıldığını ise Göbeklitepe'de gördüm. 

Halfeti'ye gelince... Halfeti fotoğraflarda gördüğünüzden çok daha hüzünlü..fazla yalnız. İnsanın içine garip bir burukluk ve hüzün çöküyor oraya gidince. Bir çok hayat suyun altında kalmış da kurtaramamışsınız hissi veriyor size. Çok çok güzel, görülmesi gereken büyülü bir yer ama burayı ticaret kapısı haline getirmiş esnaf kıyıya zevksiz ve biçimsiz restoranları konduruvermişler. Tavırları da çirkin, "tekneyi beklerken yemek yemeyeceğiz çay veya kahve içmek istiyoruz" dedik, adamdan saymadılar. Yine çok güzel bir mekanı insanoğlu nasıl rezil edip atar örneğini burada da tecrübe etmiş olduk kısacası.



Gaziantep çarşısı diğer şehirlerin çarşılarına oranla biraz daha düzenli, biraz daha göz yormayan cinsten. Güzel hanlar ve cafeler var. Şehir merkezinde fazla çöp görmedim ve oldukça şaşırdım. Çarşı boyunca yürürken solumdan tramvay geçecek hissine kapıldım. Laleli'den Gülhane'ye doğru yürüyüş yapıyormuşum gibi geldi.

Ve en güzel kısmı sona sakladım;
Nemrut Dağı...
Bu konuda anlatacak bişeyim yok. Görmeniz lazım. Yüksekleri sevdiğim için benim adıma zaten çoktan görmüş olmam gereken bir yerdi...



Kısacası genel olarak beklentim çok daha yüksekti. Hiçbir değeri korumayı bilmeyen ülkede beklentiyi yüksek tutmuş olmak da benim hayal dünyamın genişliğinden kaynaklı bir hata tabi.  İstanbul'a dönünce asla et görmek istemeyeceğim kesin. Otel'de ciğer kokusu ile uyanmak, kaburga kokusu ile uyumak nedir öğrendim.  Bir de farkettim ki İstanbul baya yeşilmiş. Günlerdir ağaç görmedim.  Ağaçları çok özledim. Arada Ege'yi hayal ediyorum:)) Yine de yolda olmak güzel. İstikamet Kahramanmaraş... 🛣️



22 Nisan 2018 Pazar

Günün Anısı...



İnsanların tarihi güzelliklerinden bakışlarını ayıramayıp nefes almayı unutabildikleri şehirlerin,  o yaşlarda beni en çok ilgilendiren kısmı,  o şehirlerin kedileri olmuştur hep...

Günün anısı Piombino'dan...
Yanımdaki bay ve bayanı tanımıyorum. Hatırladığım, tasma ile kedisini gezdiren bu çiftin yanına koşarak gidip kediyi kucaklamış olmam ve babama "lütfen bu kedi ile fotoğrafımı çek" diye sevinçle bağırmam. (bunu hala her şehirde her sokakta yapıyorum)
Yüzümdeki mutlu ifadeye baktıkça, kedilerin bir şehrin karakterini yansıttıklarını ve insanın ruhuna itina ile büyümeyi reddeden bir çocuk yerleştirme yetisine sahip olduklarını daha iyi anlıyorum. Belki bu yüzdendir bir evi kedilerle paylaşıp evcilleşebilmiş olmamla çelişen, içimdeki hiçbir yere ait olamama hissi...

Halfeti'nin Siyah Gülü

Yolculuk yapmanın, yolda olma olgusunun en güzel yanı anı biriktirmek.
Anı biriktirmeye gidiyorum.

Yıllar önce okuduğum, adıma imzalanmış değerli bir kitap "Halfeti'nin Siyah Gülü"
Bu kitabın sayfalarında ilerlerken hep anlatılan görmediğim mekanları düşlemişliğim var ki okumanın en güzel yanı da düşlemek zaten. Şimdi yıllar sonra nihayet Halfeti'ye gitmek üzere çantamı hazırlamışken, mutlaka o çantanın içinde de olması gerek diye düşündüğüm ilk eşyam oldu bu kitap. Kendisi benimle Halfeti'yi turladıktan sonra rotayı değiştirip,  "Bir iskemleye oturup, Mezopotamya ovasına bakakaldım elimde gül şerbeti…" cümlesini sayfaları arasından bulup okuyacağım tekrar. Mezopotamya ovasına karşı bir iskemlede oturup...


16 Nisan 2018 Pazartesi

Günün anısı...




Günün anısı yine Hindistan'da adını hatırlayamadığım bir limandan...

80'li yılların sonu. Limana yanaşmış bir gemi kamarasındayız bu kez. Hatırladığım, deniz sabah çekiliyor, lumbuzdan limanda yürüyen insanların ayaklarını görerek uyanıyoruz. Akşam oluyor, deniz yükseliyor. Dev bir gökdelen gibi görünüyor gemi bu kez. O zamanlar bana öyle devasa geliyor. Dönem muson dönemi. Hava belki 50 derece ve duvardaki pervane ile serinliyoruz. Babam o sıcakta bile çay içiyor. Çayı masada, su bardağında. Gemilerde fincan bulmak zor. Ancak süvarinin odasında olabiliyor. Babam o yıllarda 3.kaptan... Fincanla çay içmesine yıllar var... Gemiye gelen satıcıların zorla sattığı soldaki Kleopatra heykeli hala duruyor şimdilerde evde. Fotoğrafta görünmese de karşı duvarda hint pazarından aldığımız hint bülbüllerinin kafesi asılı. Hiç susmadan ötüyorlar... Duvardaki çizimler benim sanat eserlerim. Bir kısmı babamın cüzdanında çok ülke gezdi. Ben, yıl 2018 olduğunda bu fotoğrafı o zamanlar akla hayale sığmayacak bir ortamda paylaşacağımı bilmiyorum bile.

Eski fotoğrafları incelemeyi çok seviyorum.
Birşeyi yaşatan ve hikayeyi canlı tutan detayları çünkü...

6 Şubat 2018 Salı

Bakmaya değecek hiçbir şey bulamadığınızda kendi içinize bakın!





Bakmaya değecek hiçbir şey bulamadığınızda kendi içinize bakın! benim kendi içime bakıp herşeyi çok daha güzel görmeye başlayışımın 4.yıldönümü bugün. o zaman bana kutlu olsun peki bu gereksiz gibi görünen tarihsel döngü bilgisini neden mi paylaşıyorum? çünkü bu aralar herkesin kendini iyi hissetmesine sebep olacak birşeyler aradığının farkındayım. ülke bok gibi..insanlar bok gibi... giyersek giyelim laflı sözlü elli kollu tacize uğruyoruz.. ağaç keserken hava kirli.. hayvanlara tecavüz ediliyor...çocuklara tecavüz ediliyor...ne kimsenin içi acımıyor... giderler kazancımızdan çok...müzik ve kitaplar bize boğuşuyoruz..yediğimiz her şey zehirli... işte tam burada sevmeye değecek küstü...ülkemizde sığıntı gibi yaşar olduk... 5 gün 1 gün kadar hızlı geçiyor...cehaletle hiçbişey kalmadığını hissederken aslında tam da öyle olmadığını yapabilene, deneyebilene ne mutlu. görüyor-görebiliyor insan, içine dönüyor, kendine bakıyor, kendini tanıyor. hiçbir şeye yön veremese de kendi içine yön veriyor insan. yani en azından bunu evet bugün yogaya başlayışımın 4.yılı...bunca süre içerisinde hedef edinseydim eğer, kapsamlı bir yoga hocası olmama yetebilecek 4 yıllık zaman dilimini bu doğrultuda kullanmış olurdum belki. ama ben kendimi sürekli elimin üstünde yürümek yerine, zihinsel olarak kendimi baş aşağı ettim. eğitmeyi sevdim galiba. yoganın bir tür akrobasi sporu sanılmasının aksine, kurallar içinde boğulduğumuz dünyada, yoganın en güzel yanı da kuralsızlığı 4 yıldan fazla süredir tanıyanlar ne kadar karamsar, melankolik, sürekli isyan zaten. zihninizi ve bedeninizi kendi çizdiğiniz yola göre güzelleştirmesi. beni etmeye meyilli bir insan olduğumu bilirler. uzunca bir süredir daha fazla iyimser sebebi, değişen atmosferden dolayı değil, değişen alışkanlıklardan... daha az kötümser, daha az eleştiren daha çok beğenen, daha az yargılayıp daha çok anlayan, daha az yıkıcı daha fazla yapıcı biri olarak değişmiş olmamın Uzun lafın kısası, bakmaya değecek hiçbişey bulamadığınızda kendi içinize bakın! Benim kendi içime bakıp, herşeyi çok daha güzel görmeye başlayışımın 4.yılı bugün. kutlu mutlu olsun bana.

23 Ocak 2018 Salı

kalem






Eğer bir kalem için hikaye yazılacaksa, bu çok vefalı bir davranış olurdu kanımca. Hep kalemler hikayeyi yazar çünkü. Herşey onların sorumluluğundadır sanki. Ama bu iki kalem için durum başka.Yıllar sonra biraraya gelmiş, ayrı düşmüş de sonradan kavuşmuş, birbirini çok iyi tanıyan kalemler çünkü bunlar. Hikayenin baş kahramanı babam(yani kırmızı olan kalem) ve ben (yeşil olan kalem) Çok uzun yıllar önce Bakırköy meydanında açılmış bir tezgahta başlıyor hikaye. 

İşte çok uzun zaman önce o gün, babamın elinden tutmuş yürüyorum. Bir tezgah çıkıyor karşımıza. Daha zevkle ders çalışayım da büyük insan olayım diye bana renk renk kalemler alan babam bir yenisini daha almaya kararlı. Bir bana, bir kendine. Çünkü o benden daha çocuk. Çok büyük, hatta benim için dünyanın en büyük adamı olmasına rağmen...birlikte büyüyoruz yaş kaygımız olmadan. Neyse ben yeşili beğeniyorum o da kırmızıyı... İşte o gün o iki kalemin yolu hem ayrılıyor, hem birleşiyor. Yeşil kalem benim okul çantamda, sonrasında üniversite yıllarıma kadar eşlik ediyor hayatıma. Öğrencilik bitiyor ve iş hayatımda da yanımda yeşil kalem. İlk istifamı onunla yazacakken ucu bitiyor birgün... Kırmızı kalem ise genellikle babamın gömlek ön cebinde dünyanın birçok ülkesini geziyor. Her zaman için döndüğü yer ev.. Görmüş geçirmiş, tecrübe edinmiş kalem kırmızı renkte olan kalem. Anlatacak şeyleri vardır hep diye düşünüyorum. Sonraki yıllarda aynı evde olmalarına rağmen aynı cebe, aynı çantaya düşmüyor yolları hiç. 2016'da gidiyor kırmızı kalemin sahibi bu dünyadan... 
Bugün, yıllar sonra bu kırmızı kalemi, kutusundan alıp yeşil kalemimin yanına koyuyorum....




15 Kasım 2017 Çarşamba

Shagrath 8 yaşında...






Shagrath yarın 8 yaşına giriyor...
yani o artık olgun bir erkek.
eğer insan bedeni ile doğsaydı ancak ilkokul 3.sınıf öğrencisi bir çocuk olabilecekken, şimdi bir kedi olarak, kedi yaşı ile bir erkeğin en güzel ve en yaşanılası olan 40'lı yaşlarını yaşıyor.

doğduğu günden bu yana 8 yıl, beni sahiplendiği günden bu yana tam 7 yıl 10 ay geçmiş.
bir kedi bir insana ne çok şey öğretiyor. sabretmeyi mesela... sakınmayı mesela... kural koymayı, kural yıkmayı, sahiplenmeyi, sahiplenilmeyi, sahiplenirken özgür bırakabilmeyi mesela... sebepsiz sevebilmeyi, kıymet bilmeyi...(ha bir de hergün hiç şikayet etmeden elde kürek kum temizlemeyi) bu hal ve hissiyatların hepsini insana öğretebilecek başka bir canlı türü veya başka bir eğitim kurumu daha var mıdır dünyada merak ediyorum bazen...

ben dünyaya yeni bir canlı getirmeden, varolan hayatları hayatıma katıp yaşatmayı seçen annelerdenim.

adını koymadım ama,
beni 7 yıl 10 ay önce sahiplenmiş olan bu yakışıklı adam ile aramızdaki tüylü bağın adı aşk olabilir sanıyorum.
bir kedinin insanı olmak...!?!
birbirimizi hala yeterince evcilleştirememiş olmak ve asla tam olarak evcilleştiremeyeceğimizi bilerek yaşıyor olmak ne de güzel.
hayat bizi bedenen ne kadar bir arada tutar bilinmez ama,
birlikte olmak için bedensel varlığa da ihtiyaç duymayacağımızı deneyimleyerek yaşamak da güzel hayatı...
iyi ki doğmuş,
iyi ki doğmaya devam edecek minik oğlanım.




6 Ekim 2017 Cuma

ayrım

garip değil miydi,
yaşasın diye bir ağacı,
başka bir ağacın ölüsü ile bağlamak...



8 Haziran 2017 Perşembe

zamanın olmasa bile anıların kıymetini bilin


bu fotoğraftaki kalem, sıradan bir kalem değildir. Üsküdar Doğancılar'dan sahile inen yokuş üzerindeki bir kırtasiyeden, 23 sene önce babamla aldığımız ve o zamanlar neşelenecek muhtemel sebeplerin çokca tuketilmemiş olmasından kaynaklı, birkaç gece sevinçten uyuyamamış olmama sebebiyet vermiş olan kalemdir. yanındaki de 20 sene önce İstanbul Bakırköy'den yola çıkmış ve yolculuğu kimbilir hangi ülkenin bilmem hangi limanında sona ermiş, sonrasında yine babamın cüzdanında başladığı noktaya geri dönmüş olan mektuptur. insanı yok eden zaman iken, yaşatan anılarıdır. zamanı saklayamazken anılara sahip çıkmak mümkündür. zamanın olmasa bile (ki genelde olmaz), anıların kıymetini bilin.

6 Haziran 2017 Salı

şanslıyım... çünkü bu hayatta tüm istediklerim oldu.



şanslıyım.
çünkü bu hayatta tüm istediklerim oldu.
biraz istediklerim biraz, çok istediklerim çok oldu..ne çok eksik oldu, ne biraz fazla oldu.

ilkokulda Galatasaray atkım olsun istedim, oldu. zaten futbola ilgim o atkıyla başladı ve o atkıyla bitti. büyükbabamın okuma yazma öğrendiğimi görmesini istedim, oldu. ben okula başladıktan 2 ay sonra öldü. cenazesinde tüm mezar taşlarını okudum. kafamda yazdığım ilk şiirin harfleri, o çok sevdiğim adamın cenazesindeki mezar taşlarından kalmaydı... 7 yaşımda ilk şiirim ölüm üzerine olsun istedim oldu.

25 sene kedi istedim, 26.sene 2 kedim oldu. özgür olmak istedim oldu. kafamın dikine gideyim dedim oldu. çok seveyim istedim oldu. çok sevileyim istedim oldu...
Woswosları izlerdim hep filmlerde ve pencerelerde, bir sabah bi baktım ki woswosumuz oldu. düzensiz bir işim olsun istedim oldu. fotoğrafçı olmak istedim oldu. film çekmek istedim oldu. "büyüyünce ne olacaksın?" sorularımın cevabı hep "film yönetmeni" olmuştu. en çok kendi hayatımı yönetmek istedim, oldu.

babam ebediyen hep mutlu olsun istedim çok sevdiğimden, ölümü bile ebediyen mutlu olacağı tek yerde oldu. bi gece rüyamda kırmızı bisiklet gördüm, o hafta kırmızıya çalan renkte bisikletim oldu. iyi ki dediğim daha ne çok şey oldu...

...ve eminim isteseydim çok param, yazılı kağıt üzerinde tapulu bir kocam, hayvan sever olacakları kesin olan boy boy çocuklarım, aynalı yemek odası takımlarım, ayakları yere basmayı marifet bilen hayallerim de olurdu.
artık istediğim tek şey gitmek...görmek...her sabah yeni bir şeylere uyanmak,her akşam yeni bir şeylere uyumak. biriktirdiklerim, gözlerimi dünyanın gereksiz gerçekliğine kapadığımda gördüklerim...nereye ne kadar mesafeye ne kadar süreyle gittiğimin önemi yok. önümde yalnızca rüzgar yol ve umut olsun...
istiyorum..
🌾

7 Aralık 2016 Çarşamba

utandığınızı yaşamayın !

etrafımızda hiç de istemediği gibi yaşayan ne çok insan var. istemediği işte çalışan, istemediği ilişkileri yaşayan, istemediği şehirlerde uyanan, inanmadığı inançlar uğrunda hayatını kısıtlayan. ama bunların içinde en önemlisi ve insanı en fazla ayakta tutanı sevgi sanırım...

en büyük ikinci sorun da istemediği yaşamını ve yaşamına ait detaylarını herkesten gizlemek zorunda hissetmesi insanın.

öyle ya insan gerçekten sevdiği "hangi varlığı" utanıp gizlemeyi saklamayı ister ki?

ilkokul yıllarında çok sevdiğim bir sınıf arkadaşımın babasının kapıcı olduğunu saklamaya çalışmasını farketmemle başlamıştı bu düşünceler kafamda.  Benim babamın kaptan olmasıyla, onun babasının kapıcı olması arasında hiçbir fark yoktu. Benim babamın gemileri varsa, onun babasının apartmanları vardı:)) sonraki yıllarda sevgilisini herkesten saklayan arkadaşlarımın garip tavırlarını görmemle devam etti bu garip olgu. Biri bana kız arkadaşı hakkında "sevgilim olduğunu kimse bilsin
istemiyorum, hiç de güzel bir kız değil. başkalarının bana olan ilgisi azalacak" demişti.

utandığını yaşıyordu!

daha az utanacağı bir ilişkiye başlamayı umuyor, o an gelene kadar da elindekini kaçırmamak adına gizli saklı bir "ilişki?" yaşıyordu.
O böyle bir aşk hayatı sürdürürken, bir başka arkadaşım da kız arkadaşının fotoğrafını hepimize mutlulukla gösteriyor, toplantılarımıza yanında getiriyor, gururla tanıştırıyordu.

öyle ya insan gerçekten sevdiği "hangi varlığı" gizlemeyi isterdi ki? Fakir bir çocuğun yırtık çoraplarla sokağa çıkmasından utanması gibiydi sözünü ettikleri ilişkiler. Oysa yeni ve çok severek aldığı montunu tüm arkadaşlarına göstermek için okula koşması gibi olmalıydı herkesin seçimleri. yük gibi gelmemeliydi sevgi. isteyerek giyilmeliydi.

eşya benzetmesi ağır mı oldu biraz? ağır olan utandığımız hayatları yokmuş gibi gösterip onları yaşıyor olmak aslında...

yaptığı iş-meslek ne olursa olsun bunu kabullenerek, aslında en üst düzey işten bile farklı olmadığını benimseyebilmiş insanların duruşundaki asaleti hiçbir meslek ezip geçemez. bu insanları çok seviyorum.  kağıt toplayıp satan çocuğun hayalleri vardır, iş adamının kuracak bir hayali kalmadığından dolarları...

sevgilisi-eşi-çocukları vs. ile beraber çekilmiş fotoğraflarını da görmekten mutluluk duyuyorum ben insanların. güzel hikayelerini dinleyerek huzur buluyorum. bu insanlar seçimlerini gizlemek yerine, seçimlerinden gurur duyan insanlar çünkü. hayatlarındaki boşlukları istemedikleri dolgularla doldurmak yerine, istedikleri sevdikleri insanlara, çoktan kabullendikleri boşluklarının yanında en güzel yeri açmayı başarabilmiş insanlar...

düşünün şimdi, çevrenizin görmesinden rahatsızlık duyduğunuz neler var hayatınızda. işte onlar aslında hayatınızdan çıkarmanız gereken şeyler.  onlar sıradan şeyler. onlar hiç olmaması gereken şeyler.

kendi kendinizden mutsuz insanlar yaratıp, mutlu insanların hayatına kin duymayın.

başaracağınıza inanmadığınız ama aslında başarmayı çok istediğiniz şeyleri bir başkası başardığında, "o nasıl başardı" diye nefret dolmadan  önce "ben neden başaramadım" diyerek kendinizdeki eksikleri arayın.

sevdiklerinizi, sevginizi, değer verdiklerinizi göstermekten utanmayın !

ister apartmanlarınız olsun ister gemileriniz...

hayat kısa, utanacağınız ilişkiler yaşamayın !

21 Ekim 2016 Cuma

sevgiye inanmak gerek...

bir süredir sadece babamı özlüyorum ve sadece onunla ilgili düşünüp onunla ilgili yazıyorum.
rüyalarımda da hep onu görüyorum.
eskisinden bile daha yakınız.

sevgiye inanmak gerek, insanın içindeki enerjinin gücüne hele de...gerçekten inanmak gerek. insan o enerjiyi kullanmayı bilirse neler olmaz ki.

artık hayatta olmayan birini, onun ardında bıraktıklarıyla yaşatmak istiyor insan. bu yüzden babamın ektiği ama büyütmeye fırsatının olmadığı akşam sefası tohumlarını 70 küsür kilometreden kucağımda getirdim.
yol boyu sarsılmasınlar da bozulmasınlar diye. babamın parmak izi, kalp izi vardı hepsinde. sadece 1 tanesinden ayrılmayı göze alıp mezarına ektim cenazesinde. "kuru toprak bu kızım ekme boşuna, yaz sıcağında kavrulur, sulayan da olmaz, burada tutmaz" demişlerdi. ben inandım tohumun hayata tutunacağına. 

tohum tuttu...
kuru toprakta tuttu.
yaz sıcağında tuttu.
sulanmadan tuttu.

belki ağaç olacak, belki yeryüzünde köklerini en derine salmış, yaprakları en gökyüzüne dönük akşam sefası olacak.

kıcağımda 700 küsür kilometre getirdiğim tohumlardan hiçbirini saksıda yaşatamadık.

enerjinin ve sevginin gücüne inanın bu yüzden. 
yeryüzündeki tüm dinler ve inançlar bunun yanında anlamsız...

...

30 Ağustos 2016 Salı

Sirkeci


80li yıllardı… babamın elimden tutup da beni Üsküdar’dan Sirkeci'ye götürdüğü günlerdi. Sirkeci’de ne yapardık nerelere giderdik hatırlamıyorum.  
hatırladığım sadece, saatçi vitrinlerine baktığıydı, 
benim 2003’den beri her Sirkeci’den geçişte Hayyam pasajına göz ucuyla bakmaktan kendimi alamadığım gibi.  
arabalı vapurda da portakallı gazoz alırdı bana. 
ben o gazozlara hep  “sarı su” derdim.  
sarıyı da çok severdi babam. 
tuzlu suları da…
bigün vapurda babamın yanına oturan bir bayana, “bu gemi babamın” demiştim. 
gülmüştü, 
inanmamıştı muhtemelen. 
bana göre tüm gemiler babamındı. 
tüm Necdet’ler kaptandı. tüm kaptanlar babamdı… 
hala öyle. 
ne zaman vapura binsem sizlerin deniz kokusu duyduğunuz lumbuz kenarlarında ben babamın kokusunu duyarım.

Sirkeci’de kaç gün geçti o günden sonra.

Tüm saatçi vitrinlerini de, İstanbul’u da alıp gelsem yanına…

24 Ağustos 2016 Çarşamba

hiçbir toprağa ayaklarım basmamış gibi bir yaz

ne kadar değişik geçti bu yaz. 2014’den bile daha değişik.
hiç gül reçeli yiyememişim gibi bir yaz, hiç kitap okuyamamış ya da hiçbir toprağa ayaklarım basmamış gibi bir yaz.
Çok değişik geçti bu yaz
babamı uğurladım
annemin annesi oldum
bir kedi daha sahiplendim
bir Cioran kitabına başladım ve bitiremedim
birkaç gece ağaç sesleriyle uyudum
birkaç sabah maviye bakarak uyandım
eksildim çoğaldım
gittim… kaldım…
işte böyle geçti bu yaz.
geçebildi mi onu da bilmiyorum

keşke geçse…

11 Temmuz 2016 Pazartesi

intihara saygı...


Bu yazı ölüm ve intihar içermektedir
Rahatsız olanların okumamasını öneririm…


Arapça “Nhr” kökünden türeyen ve “ölüm kararı alma” anlamına gelen bir kelime “intihar” 
TDK'da ; kendi yaşamını tehlikeye sokacak aşırı bir davranış ya da eylem" olarak tanımlanıyor.

Yaşayarak ölümü tehlikeye sokuyorsak peki?
Ölüme gidiş, aşırı bir davranış- eylem olarak tanımlanıyorsa, bunun tam tersi olan doğum da aşırı bir davranış ya da eylem mi?

İnsan doğumunu yönlendiremediği için ölümünü yönlendirmek istiyor olabilir pekala. Çünkü doğduğu andan itibaren yönlendirmeyi ve iktidar kurmayı sever insanoğlu. Daha bir bebekken sevdiği mamayı yemek ister, istediği zaman kendisiyle oyun oynansın ister, okul hayatında saçlarını kendi beğendiği gibi yapmak ister, disipline gitme pahasına da olsa kuralları yıkmak ister, istediği bölümü bitirip, istediği üniversitede okuyup, hayal ettiği mesleğe sahip olmayı ister, düşlediği kadar para kazansın ister, hayalindeki kişi ile evlenmeyi ister, çocukları olsun ister, çocuk olur bi çocuk daha ister, işi olur terfi ister, tabi bunları isterken yine bunlara dair yönlendirebileceğine inandığı milyarlarca dünyevi şey ister…ister..ister…
Mal mülk maddiyattan tutun da manevi olarak da hep doyumsuzdur insan. hep ister…
Peki tüm bunları isterken ve isteyip başarabildikleri için alkışlanırken, ölümü istemesi neden garip ve acizce karşılanır?

Ölüm bir çeşit boyut değiştirmekse, istenildiği zaman istenildiği yerde bu yolculuğa çıkma kararı almanın nesi gariptir? Bir insan yanmak, boğulmak, trafik kazası geçirmek, yaşlanıp yatağını kirletmek, depremde binalar altında ezilmek, cinayete kurban gitmek, terör saldırısında parçalanmak, savaşta kurşun yemek, kalp krizi geçirmek, alzheimer olmak istemeyebilir. İntihar etmeyen kesim bu saydığımız veya benzeri sonlardan biri ile hayatını noktalayacaktır muhtemelen. Buna mecbur mudur? Ölüm kararı vermek neden acizlik olarak tanımlanır?
İntihar kararı almak için bu dünyada bir nevi arabeskimsi acılar çekmiş olmak şart mıdır?
İnsan sabah uyanıp duşunu aldıktan sonra kahvaltısını yapıp, çayını-kahvesini yudumlarken, en rahat koltuğuna uzanıp, sevdiği bir filmi izlerken huzur içinde bir kutu ilaç içip ölmesi mümkün değil midir? Bu acizce midir?

Hiç düşündük mü aslında yaşamanın acizlik olabileceğini?
Kaçımız bilinmeyen bir boyuta geçmeye cesaret edebilir ? (Bırakalım boyut değiştirmeyi, tek başına şehir değiştirmeye cesaret edemeyen insanlar yaşıyor aramızda ! hangi acizlikten, kime göre acizlikten bahsediyoruz :))) !!!

Farzedelim intihar kararı aldınız. (Farzederken bile hoşunuza gitmiyor değil mi:) Bu kararı gerçekleştireceğiniz anda aklınızdan neler geçecektir? İlk önce acaba acı çekecek miyim? (insanoğlu ölüme giderken bile egoist ve bencildir çünkü, kendini düşünür) Acı çekme düşüncesinin sonunda, dünyevi düşünceler yerini alır…
-Ben öldükten sonra eşim başkasıyla evlenir mi?
-Çocuklarım beni aciz biri gibi hatırlar mı?
-Kızım erkek arkadaşıyla öpüşür mü? Eve kaçta gelmeye başlar kimbilir?
-Bankadaki paraları harcayamadan gitmek?
-İş arkadaşlarım arkamdan kimbilir neler der…
-Köpeğimi sokağa atarlar mı acaba?
-Keşke o görmek istediğim ülkelere de gidebilseydim…
Ve daha milyarlarca dünyevi düşünce… insan bunlara bir cevap bulamadığı ve bunları ölümünden sonra yönlendirme gücünü kendinde bulamadığı için intihara cesaret edemez. Elbet birgün ölecektir bunu bilir. Ama öleceği güne kadar bunları ve hayata dair binlerce gereksizliği çözümlendirebilecek olma isteği gibi imkansızca bi kısırdöngüye kapılır gider. İşte bu yüzden bir çoğumuz “acizlik” diye adlandırdığımız intiharı aklımıza bile getirmez,  gerçek acizlik olan hayatın içindeki kısırdöngüde, her tarafımız kırışıp, hasta yataklarımızda inleyerek kalbimiz duruncaya dek yaşamayı tercih eder,  bunu "huzurlu vadeli ölüm" diye tanımlandırıp, altımıza işeyerek ölmeyi marifet biliriz. Ölüm kararını tekelinde tutan insanlara da kaba tabirle bok atarız ! Ölümün yaşı ve sırası olduğuna inanırız. "Allah sıralı ölüm versin" diye dualar ederiz. (Neyin sırasıysa bu...) Biri öksürür tıksırır, hemen "çok yaşa" deriz.  Aramızda hala yaşamakta olanları över, “dirayetli insan” diye yüceltiriz. Hele bu insan sıkıntılı bir hayat yaşıyor ve hala da nefes alıp veriyorsa iyice yüceltir, kendisini acılara göğüs germiş başı arşa ermiş filozof adayı olarak benimseriz. Öldürmeyen acı güçlendiriyor ya hani, güçlenmeyi dünyada daha uzun süre kalabilmek olarak algılarız.

Ben intiharı düşündüm mü?
Hiç düşünmedim.
Bunları intiharı hiç düşünmemiş biri olarak yazabiliyorum.
Hiç düşünmemiş olacak kadar aciz miyim peki?
Ölüm kararı almak (boyut değiştirme kararı almak) fazla düşünülecek bir şey değildir. ben yukarıda saydığım dünyevi değerleri de düşünmeyen biriyim zaten. Bana sorsalar kimse de fazla düşünmesin derim. 

Eğer garantisi olsaydı, öldüğünüzde çok sevdiğiniz ve özlediğiniz hayata-kişilere kavuşacağınızın? Köprülerde atlamak için sıra oluşturan insan kuyrukları görürdük muhtemelen. ölüm yolculuğuna çıkmanıza uygun ilaçların satışları artardı eczanelerde. 
İşte cevap bu kadar basit. 
İnsan bilinmeyenden kaçar.
Garanticidir ! Bencildir !

Bu yazıyı okuyan ve yakın-uzak çevresinde intihara teşebbüs etmiş kişileri tanıyanlarınız mutlaka vardır… Onlara bir de bu açıdan bakın. Ölüm kararı sadece bir şeyleri bitirmek, sıkıntıları sonlandırmak veya birşeylere “dayanamadığı için” başka boyuta gidiş kararı almak değildir.
İntihar kararı gayet bilinçli, sakin koşullarda da verilebilir.
Yeni bir eve taşınırken, yeni bir yaşa girerken, aşık olup evlenirken,  iş değiştirip terfi ederken  ve bunlar gibi hayatında yeni kararlar alırken tebrik edilen alkışlanan insanoğlunun, ölüm kararı aldığında basite indirgenmesi, ayıplanması ve “intihar edeni Allah bile affetmez cehennemde yanar” şeklinde dinsel açıdan bile yargılanması doğru mudur?

Peki yaşam affedecek mi bizleri?
Hala yaşıyorsak bu işte bir acizlik olabilir.


Lütfen intihara (ölüm hakkına) saygı…


"Sadece,canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum: İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum." 
 / Emil Michel Cioran

16 Haziran 2016 Perşembe

bu köy benim babam oldu...




Bazı şeyler unutulup gitmesin diye yazmak ve paylaşmak istiyor insan.
İşte en zoru da o an yazacak anlatacak ve unutulsun istemediğin onca şey varken hiçbişey yazamamak.
Hissettiklerimi anlatacak tek kelime yazamıyorken oysa,
o boşluk duygusunu sayfalarca tarif edebilirim.





Şu an bunları sana, mutfaktaki yemek masana oturmuş yazıyorum.
-masamıza- demeliyim çünkü böylesini daha çok severdin sen. Etrafımda, pişirip yarım bırakıp gittiğin yemekler var. Komposto yapmışsın. İlk kez yaprak sarmışsın. Yeni aldığın çay fincanların, cuma pazarından aldığın sivri biberler var tezgahta...bir de kirli bulaşıkların. En net gördüğüm şeyler bunlar şu an. Gerisi oldukça bulanık... Gerisi kalabalık.insanlar.başsağlığı dileyenler.ağlayanlar... Ama onlar ilk saydığım şeyler kadar net değil. Çünkü sen biberleri hatırlamamı isterdin.
sivri biberleri ne kadar sevdiğini...

Şu an bunları sana, her sabah kahvaltı yapıp ıhlamur ağacını izlediğin terasta yazıyorum. Karşımda yeni ektiğin çiçekler var. Toprağı henüz ıslak olanlar var, yeni su vermişsin. Sağda kapının yanında ayakkabıların duruyor. İpte kuruması için astığın bezler. Rüzgar çanı...Bahçeye bıraktığın motorun da ön lastiğini seçebiliyorum ancak ağaçların arasından... En net görebildiğim bunlar. Gerisi bulanık ve kalabalık. Eve girip çıkan insanlar. Bir de polislerin bağladığı kaza yeri bandı. Ama hiçbiri ilk saydıklarım kadar net değil. Hiçbiri bana her gün ne kadar büyüdüğünü anlattığın, filizlenince sevinip fotoğraflarını yolladığın gece sefaları kadar net değil...onları bu sabah ben suladım.


 
 


Kızmalı mıyım sana? Daha yaşanacak çok yıllarımız olabilecekken erkenden gittiğin için. Kalmak adına hiçbişey yapmadığın için. Oysa hep alıştırmıştın. Her gemiyle sefere gidişinde ağlar üzülürdüm. Benim kaç kez babam öldü saymadım.
Sonra da sevinirdim çocuk kafasıyla. Gelirken bana hangi ülkeden ne getirecek diye... Şimdi hangi ülkeden ne getireceksin. Yine sevineyim mi? Her seferinde döndün bunda da dönersin diye umuyorum. Eli boş gel hiç sorun değil.


 


İnsan 5 yaşının altında kalan hayatından pek bişey hatırlamıyor.
Ben Hint okyanusunu hatırlıyorum. Atlas okyanusunu da biraz. Geminin en önüne, paslı demirlere tırmanıp etrafa baktığımda okyanusla gökyüzünün birleşen sonsuzluğunu hatırlıyorum. Şu an senin yanımda olmayışının boşluğunu böyle tarif edebilirim.

çok sevdiğin bu köyün çarşı meydanından yazıyorum bunları sana. Sela okunuyor camiden. Adını söylüyorlar. "Emekli öğretmen Fazıla ve Mehmet Tuncer'in oğlu Necdet Tuncer vefat etmiştir" diyor ses...Ne dediğini biliyor mu bu adam? Vefat etmeyi ne sanıyorsunuz siz diye bağırmak istiyorum. Yaşamayı ya da ölmeyi nasıl öğrettiler size! Neden avaz avaz ölümü haykırıyorsun be adam ? !
"Babam ölmüş !" diye yankılanıyor içimde ses. "Necdet Tuncer ölmüş !" Adını hiç böyle duymamıştım. Bu yabancı sesten nefret ediyorum, koşuyorum olduğum yerde. İnsan durduğu yerde bu kadar hızlı koşabilir mi. Koşuyor işte. Kendinden ve herşeyden kaçabilmek için. Ne kadar uzağa gitsem de duyuyorum sesi. Sağır olmayı ister mi insan. isteyebiliyor.

Eğer vaktinde gelebilmiş olsaydım yanına, beni motorla götürüp, fotoğraf çekmem için gezdirmeyi planladığın yerleri komşu bir teyzeden öğrendim az önce...
Hep gelmemi istediğin evdeyim şimdi. Sen varken burada olamadığım için zamanı suçluyorum. Hayatı suçluyorum. Beş para etmez bi maaş için çalışmak zorunda oluşumu suçluyorum. Özgürlüğüme bu kadar düşkün oluşumu suçluyorum. Önceliklerimizi suçluyorum. Suçlayacak yer arıyorum. Taşı toprağı, otu böceği bile suçlayacağım neredeyse. Nedense sadece kendimi suçlamıyorum. Sen erkenden gittiğin için ne kadar suçluysan ben de sana şu sigarayı bıraktıramadığım için o kadar suçluyum. suçlarımız birleşince birlikte yaşanacak yıllarımızdan olduk bak. Ne kadar zavallıyız biz insanlar...

Senle ilgili anlatacak ne çok şey varmış meğer. Hiç büyümeyen 62 yaşındaki çocukluğundan söz etsem sayfalar dolar. Uzun beyaz saçlarından, saat ve kalem koleksiyonundan, korsanları gemiden nasıl da cesurca uzaklaştırdığından, hukuk fakültesine girmeye hazırlandığından...
"Bekle bak sınavı kazanıp bir mezun olayım, seni iş hayatında haksızlığa uğratan herkesin hesabını sorucam ben adaletten" demiştin.
Bir babanın varlığı en büyük adaletti belki de...

Büyüdüğümüz ölenlerimizden belli şimdi.
eski bir fotoğrafa baktığında, ne kadar çok kişi artık burada yoksa o kadar büyümüşsündür işte. ben şimdi dünyanın en büyük insanıyım.


Bunları sana ilk kez beraber çıktığımız Asar dağının tepesindeki kale duvarının kenarına oturmuş yazıyorum. Sen burada hala 35 yaşlarındasın. Bu yükseklikten bakıldığında herşey masal gibi görünüyor. Hayatını kaybettiğin hastane, evimiz, şu an uyuduğun yer. Hepsi oyuncak bir maket gibi. Parmağımla ölçüyorum aralarındaki mesafeyi. Bu kadar yüksekte tanrı gibiyim işte. Seslensem kalkıp evine dönmek zorundasın. Sesleniyorum ve tanrısallaşmışlığım, uyanmayışının altında ezilip gidiyor.




Bunları sana, senin cenazendeki kalabalığın içinden yazıyorum. Ağlayan yüzlere bakıyorum. Hangisinin kalbinin ne kadar acıdığını anlamaya çalışıyorum ifadelerinden. Kendi acıma bi arkadaş, bi eş arıyorum. Arkadaşsız kalıyorum. Eşimi orada kaybediyorum annem gibi.
İçinde yattığın tabut ufacık görünüyor gözüme. Kibrit kutusuna benzetiyorum. Masallardaki devlerin tabutu gibi devasa birşey bekliyorum oysa babamı taşıması için. Yanılıyorum. ölüm tüm insanları küçültüyor.

Sen neredeyse dünyanın bütün ülkelerini, bütün güzel limanlarını gezmiş görmüş olan Necdet kaptan, en çok bu ufak 3 dağ arasında kalmış kurak köyü sevdin... Artık sonsuza dek buradasın. O kadar gelip gitmişliğim var buraya ama hiçbirinde, şu an olduğu gibi sonsuza dek burada kalmak istememiştim. Artık senin buraya tamamiyle dahil oluşundan sanırım. Çok sevdiğin bu köy benim babam mı oldu şimdi ?

11 Haziran 2016’ya…
Konya / Bozkır


...yol bazen insanları ne birleştiriyor, ne ayırıyor..
sadece bütünleştiriyor...





      

     

Ve hayatımda gördüğüm en hüzünlü kareyi fotoğrafladım ben az önce. Pencereleri kapatılmış, eşyaları toparlanmış, kapıları kilitlenmiş, senin  tek başına yaptığın ve senin artık içinde olmadığın o ev… hayatımın yarım kalan evleri...